Son Şeyle Ülkesinde - Inceleme
In the Country of the Last Thing, yazarın 1987 yılında çıkan kitabı. Kitap bir distopyanın ‘Anna Blume’ adında bir karakter aracılığıyla tasvirinden oluşuyor. Kahramanın başından geçen olaylar bu ülkedeki yaşama tanık olmamız için bir araç. Anna’nın kendi kitap niteliğinde bir mektup yazıyor, bu sayede başından geçenleri anlatmak istiyor; çünkü yaşadıkları sıradan şeyler değil. Tüm bu yaşadıkları içinde olduğu dünyayı bize anlattığı sayfalarla ayrıntılandırılıyor. Çevre şartları, şehrin görünümü, insan davranışları ve alışkanlıkları, ne yediği, onları nasıl elde ettiği ve nereye sıçtığı, insanların geçirdiği hastalılar, gökyüzü… Şehirdeki legal ve illegal durumlar, iktidar ilişkileri, kurumlar, tüm bunları ayrıntılı bir şekilde anlatıyor mektubunda. Anna, yaşadıklarını anlatırken Paul Auster da bir distopya (anti – ütopya) yazmış oluyor bu ayrıntılı şehir manzarası sayesinde.
Anna bu yere nasıl gider? Anna, kitapta kaybolan abisini bulmak kararlılığıyla son şeyler ülkesi denen yere gitmeyi beceriyor. Ama gittiği yerden çıkmak becerisine sahip bir şehirli yok bu ülkede. Şehre bir kere girdikten
sonra şehir efsaneleri dışında dışarı çıkan olmamış. Anna şehir efsanesi olamıyor malesef ve anlatmaya başlıyor başına gelenleri, okunup okunmamasıyla ve pozitif olasılıklarla ilgilenmiyor.
Kapitalist tüketiminin sonuna bir gönderme bu kitap. Bugün, marketlerdeki dolu alışveriş sepetlerinin o gün; boş ve çöp, partal, yemeğimsi şeyler toplama aracı. Bugün doyabilenler adına bir tersine dünya örgüsü. Açlık herkesin tanıştığı bir şey. Orada sepetini kaybetmek demek: işini, aşını, tek meşgalesi, kişiyi hayata bağlayan tek şeyi kaybetmek yani kendini kaybetmek demek. Yemek buldun mu başkası elinden almadan yemek zorundasın, yürürken ayakkabını kollamak zorundasın. Her an bir saldırıya uğrayabilirsin bir hırsız veya öylesine bir saldırgan tarafından, tabana kuvvet verebilmek için ayakkabı şart. Yaklaşık 500 yıl önce kaybettiğin vahşi hayat deneyimlerini: karanlıkta düşmeden ve ölmeden dolaşma, yemeğin kokusunu alma, iz sürme ve saklanmanı sağlayan içgüdülerini geliştirmen, vicdanını olabildiğince yok etmen gerek (Anna).
Kitap, kentin ve içindeki yaşamın anlatılması ile başlıyor. Kente yeni gelenin acizliği, çektiği zorlukları anlatmaya araç oluyor. Hukuksal olarak, ‘Heey ama insan hakları!’ diye tepki veremezsin, fark etmez, versen de ölürsün vermesen de. İntiharlar, şehre çeşitlilik, bir şenlik havası katan tek şey. İntiharın bin bir çeşidi olduğu için bu şehirdeki en renkli ve tek alkış toplayan şey o. Aradığın şeyi bulmak ve satın alabilmek zorken, kendi ölümünü çok kolay satın alabilirsin. İntihar edenler ortada kalmaz, ölü toplama kamyonları icabına bakar (devletin görevi). Saldırıya uğrarsan yine aynı: ‘Bu saldırıların mantıklı ve tutarlı bir açıklaması yoktur. Öfkeden, kinden, can sıkıntısından ve sokaklarda görülen tek kent yetkililerinin bu toplama görevlileri olmasından kaynaklanır.’
Kapitalizmin sonu da olsa bir sınıfsal ayrım burada da var. Okul yok, her an patlayan yapılar nedeniyle yollar hep değişiyor. Çöp kavramında bir değişim söz konusu. Bu değişim Paul Auster tarafından Anna aracılığla yeni bir düşünce biçiminin benimsenmesi sonucu olarak değerlendiriliyor. Kitapta dikkat çekmeden okunup geçilebilecek bu kelimeler insanların birey olarak aslında her şeyi benimseyebildiğini anlatmış. Dışarıda hala kapitalizme göre yaşayanlar mevcutken içeride bambaşka tercihler var. Bokuna kadar her şey yakılıyor enerji üretmek için.
Kitapta seksle başlayan ve aşka dönüşen bir ilişki anlatılıyor ki bu yokluk alanında seksi yaşamak bir mucize. Üstüne de bunun aşka dönüşmesi durumu söz konusu ki yazar bu konuyu güzel incelemiş. Sadece Son Şeyler Ülkesinde rastlanan bir durum olmadığı kesin hayvansal mekanizmaya dayalı ilişkinin. Ancak yazar bu kurguda önce bedensel tatmini ve doymayan seks iştahını anlatmış (uzun bir açlık döneminden sonra). Yavaşlayan tempo ve fiziksel alışkanlık sürecinden sonra duygusal dolgunluk ve taşkınlık aşamasında ise aşktan bahsetmeye başlıyor, hoşuma gitti.
Kitapta dikkatimi çeken bir diğer karakter de ‘Boris Stepanovich‘ oldu. Anna’nın bu adamla ilgili görüşlerini Paul Auster’in kaleminden şöyle okuyoruz:
Olabilecek her şeyi başından hesaplıyor, dolayısıyla, olanlar onu hiç şaşırtmyordu sanki. Bu tutumun gerisinde öyle sınırsız, öyle yıkıcı, gerçeklerle tam tamına uygun düşen öyle yoğun bir karamsarlık vardı ki sonuçta adam gamsızın biri olup çıkmıştı.
Bu cümlelerle sadece adamın gamsız oluş hikayesini öğrenmiyoruz. Şehirde geçekleşen her şeyin gerçekten düşünülenin en karamsarı olduğunu öğreniyoruz. Bu nedenle de en gerçekçi olan en karamsar olan oluyor. Bu kitapla ilgili orda burda okuduğum şeyler de diyor ki 90′lı, 2000′li yıllara ne de çok benziyor. Kitabı okurken bu benzerliği fark etmemek mümkün değil gerçekten. Yıkım şeklindeki değişimin işlendiği bu kitap bugünün değişimlerinin de yıkımlara yol açtığı ve açacağını söylüyor. Karamsar ama gerçeklik payı çok yüksek.
Kitap kesin cümlelerle bitiyor. Zaten mektup gibi gittiği, gönderildiği yerin, tarihinin belli olduğu bir iletişim yöntemi kullanılmış olması da bir tezat içeriyor. Ama zaten yazarın vurgu yaptığı şey bu. Tüm kitap, düzenden yoksun böyle bir ülkede kesin, hedef, yol, plan gibi kurulup izlenebilecek olanın bir yanılgı olduğunu anlatıyor. Ve gerçekten hayal demek için düşüncelere, en çaresiz ve vurdumduymaz anları yaşıyor olmak gerek diyor.
Bellek konusunu işlerken severek okuduğum bir bölüm:
"Sorun nesnelerin ortadan kalkması değil yalnızca. Ortadan kalkan şeyin anısı da kayboluyor. Beyinde karanlık bölgeler oluşuyor, ortadan kaybolan şeyleri hatırlamak için sürekli bir çaba göstermezsen o nesnelerin anısı da çabucak silinip gidiyor ve bir daha asla akla gelmiyor. Bu hastalığa benim bağışıklığım olduğu söylenemez, benim kafamda da o tür boşluklar vardır herhalde. Bellek insanın isteğine bağlı olarak çalışan bir şey değil çünkü. İnsanın isteği dışında elde olmadan çalışıyor ve her şey ha bire değişirse beynin çalışması da aksıyor, kimi şeyleri kaçırıyor. Kimi zaman, açık seçik biçimlendiremediğim bir düşünceye takıldığımda bizim oradaki günlerim, küçüklüğüm, yaz tatillerinde ailece trene binip kuzeye gidişimiz gözümün önüne geliyor."
Kaynak: http://www.calismakyorar.com/son-seyler-ulkesinde-paul-auster-inceleme/#ixzz2M4VUGyi1
Anna bu yere nasıl gider? Anna, kitapta kaybolan abisini bulmak kararlılığıyla son şeyler ülkesi denen yere gitmeyi beceriyor. Ama gittiği yerden çıkmak becerisine sahip bir şehirli yok bu ülkede. Şehre bir kere girdikten
sonra şehir efsaneleri dışında dışarı çıkan olmamış. Anna şehir efsanesi olamıyor malesef ve anlatmaya başlıyor başına gelenleri, okunup okunmamasıyla ve pozitif olasılıklarla ilgilenmiyor.
Kapitalist tüketiminin sonuna bir gönderme bu kitap. Bugün, marketlerdeki dolu alışveriş sepetlerinin o gün; boş ve çöp, partal, yemeğimsi şeyler toplama aracı. Bugün doyabilenler adına bir tersine dünya örgüsü. Açlık herkesin tanıştığı bir şey. Orada sepetini kaybetmek demek: işini, aşını, tek meşgalesi, kişiyi hayata bağlayan tek şeyi kaybetmek yani kendini kaybetmek demek. Yemek buldun mu başkası elinden almadan yemek zorundasın, yürürken ayakkabını kollamak zorundasın. Her an bir saldırıya uğrayabilirsin bir hırsız veya öylesine bir saldırgan tarafından, tabana kuvvet verebilmek için ayakkabı şart. Yaklaşık 500 yıl önce kaybettiğin vahşi hayat deneyimlerini: karanlıkta düşmeden ve ölmeden dolaşma, yemeğin kokusunu alma, iz sürme ve saklanmanı sağlayan içgüdülerini geliştirmen, vicdanını olabildiğince yok etmen gerek (Anna).
Kitap, kentin ve içindeki yaşamın anlatılması ile başlıyor. Kente yeni gelenin acizliği, çektiği zorlukları anlatmaya araç oluyor. Hukuksal olarak, ‘Heey ama insan hakları!’ diye tepki veremezsin, fark etmez, versen de ölürsün vermesen de. İntiharlar, şehre çeşitlilik, bir şenlik havası katan tek şey. İntiharın bin bir çeşidi olduğu için bu şehirdeki en renkli ve tek alkış toplayan şey o. Aradığın şeyi bulmak ve satın alabilmek zorken, kendi ölümünü çok kolay satın alabilirsin. İntihar edenler ortada kalmaz, ölü toplama kamyonları icabına bakar (devletin görevi). Saldırıya uğrarsan yine aynı: ‘Bu saldırıların mantıklı ve tutarlı bir açıklaması yoktur. Öfkeden, kinden, can sıkıntısından ve sokaklarda görülen tek kent yetkililerinin bu toplama görevlileri olmasından kaynaklanır.’
Kapitalizmin sonu da olsa bir sınıfsal ayrım burada da var. Okul yok, her an patlayan yapılar nedeniyle yollar hep değişiyor. Çöp kavramında bir değişim söz konusu. Bu değişim Paul Auster tarafından Anna aracılığla yeni bir düşünce biçiminin benimsenmesi sonucu olarak değerlendiriliyor. Kitapta dikkat çekmeden okunup geçilebilecek bu kelimeler insanların birey olarak aslında her şeyi benimseyebildiğini anlatmış. Dışarıda hala kapitalizme göre yaşayanlar mevcutken içeride bambaşka tercihler var. Bokuna kadar her şey yakılıyor enerji üretmek için.
Kitapta seksle başlayan ve aşka dönüşen bir ilişki anlatılıyor ki bu yokluk alanında seksi yaşamak bir mucize. Üstüne de bunun aşka dönüşmesi durumu söz konusu ki yazar bu konuyu güzel incelemiş. Sadece Son Şeyler Ülkesinde rastlanan bir durum olmadığı kesin hayvansal mekanizmaya dayalı ilişkinin. Ancak yazar bu kurguda önce bedensel tatmini ve doymayan seks iştahını anlatmış (uzun bir açlık döneminden sonra). Yavaşlayan tempo ve fiziksel alışkanlık sürecinden sonra duygusal dolgunluk ve taşkınlık aşamasında ise aşktan bahsetmeye başlıyor, hoşuma gitti.
Kitapta dikkatimi çeken bir diğer karakter de ‘Boris Stepanovich‘ oldu. Anna’nın bu adamla ilgili görüşlerini Paul Auster’in kaleminden şöyle okuyoruz:
Olabilecek her şeyi başından hesaplıyor, dolayısıyla, olanlar onu hiç şaşırtmyordu sanki. Bu tutumun gerisinde öyle sınırsız, öyle yıkıcı, gerçeklerle tam tamına uygun düşen öyle yoğun bir karamsarlık vardı ki sonuçta adam gamsızın biri olup çıkmıştı.
Bu cümlelerle sadece adamın gamsız oluş hikayesini öğrenmiyoruz. Şehirde geçekleşen her şeyin gerçekten düşünülenin en karamsarı olduğunu öğreniyoruz. Bu nedenle de en gerçekçi olan en karamsar olan oluyor. Bu kitapla ilgili orda burda okuduğum şeyler de diyor ki 90′lı, 2000′li yıllara ne de çok benziyor. Kitabı okurken bu benzerliği fark etmemek mümkün değil gerçekten. Yıkım şeklindeki değişimin işlendiği bu kitap bugünün değişimlerinin de yıkımlara yol açtığı ve açacağını söylüyor. Karamsar ama gerçeklik payı çok yüksek.
Kitap kesin cümlelerle bitiyor. Zaten mektup gibi gittiği, gönderildiği yerin, tarihinin belli olduğu bir iletişim yöntemi kullanılmış olması da bir tezat içeriyor. Ama zaten yazarın vurgu yaptığı şey bu. Tüm kitap, düzenden yoksun böyle bir ülkede kesin, hedef, yol, plan gibi kurulup izlenebilecek olanın bir yanılgı olduğunu anlatıyor. Ve gerçekten hayal demek için düşüncelere, en çaresiz ve vurdumduymaz anları yaşıyor olmak gerek diyor.
Bellek konusunu işlerken severek okuduğum bir bölüm:
"Sorun nesnelerin ortadan kalkması değil yalnızca. Ortadan kalkan şeyin anısı da kayboluyor. Beyinde karanlık bölgeler oluşuyor, ortadan kaybolan şeyleri hatırlamak için sürekli bir çaba göstermezsen o nesnelerin anısı da çabucak silinip gidiyor ve bir daha asla akla gelmiyor. Bu hastalığa benim bağışıklığım olduğu söylenemez, benim kafamda da o tür boşluklar vardır herhalde. Bellek insanın isteğine bağlı olarak çalışan bir şey değil çünkü. İnsanın isteği dışında elde olmadan çalışıyor ve her şey ha bire değişirse beynin çalışması da aksıyor, kimi şeyleri kaçırıyor. Kimi zaman, açık seçik biçimlendiremediğim bir düşünceye takıldığımda bizim oradaki günlerim, küçüklüğüm, yaz tatillerinde ailece trene binip kuzeye gidişimiz gözümün önüne geliyor."
Kaynak: http://www.calismakyorar.com/son-seyler-ulkesinde-paul-auster-inceleme/#ixzz2M4VUGyi1